22 Ekim 2014 Çarşamba

NASIL ANLATILIR?

Hazzı bilmeyene acıyı anlatmak ne zor. Mutluluğu bilmeyen kederi nasıl anlar. Sevgiyi bilmeyene sevgi nasıl anlatılır. Önce aşkı budamışlar burada, kadını erkeği birbirinden ayırmışlar, sevi sevdayı baskı altına almışlar. Anadolu'nun insanın ruhunu ezip, duygu hasadını yakmışlar, bir insan çölüne çevirmişler ülkeyi...
Anadolu erkeğinin sevdiği kadınla bir kadeh içki içmişliği yok.
Anadolu kadınının sevdiği erkeğin boynunun altına başını sokup, bir dansetmişliği yok. 
Sonsuz bir sıkıntı, insanları kısırlaştıran bir çoraklık var yalnızca. 
Bir kader çiçeği açmıyor, bir sevinç sarmaşığı boynunu uzatmıyor. 
Yaşamayana ölümü nasıl anlatacağız. 
Sevmeyen sevgiliyi nasıl bilecek. 
Sevgiliyi bilmeyen, sevgiliyi kaybedenin acısına nasıl ortak olacak.
Bu, hazzı ve sevinci bilmeyen çorak topraklarda bencillikten başka ne büyüyecek. 
Her Cumartesi, kaybettiği sevgilinin izini Galatasaray'da arayan, bu zorlu arayışta her hafta hakaretlere uğrayan, yerlerde sürüklenen, dövülen kadınların tahammül edilemez yalnızlığına bu toplum nasıl sahip çıkacak?

Aşkını kaybetmiş bir toplum, çalınmış hayatların hesabını nasıl soracak?

Coşkusu, sevinci, heyecanı olmayan, hayatla bir kez bile dudak dudağa gelmemiş bir kalabalık, kendisinden nelerin çalındığını nereden bilecek?

Nasıl diyecek, "benim olanı bana verin," diye?

Sonsuz bir sıkıntının içinde kendi bencilliğine zincirlenmiş insanlar, başkalarının acılarını paylaşmadan ortak bir sevincin yaratılamayacağını nasıl anlayacak?

Hazzı bilmeyen acıyı nasıl bilecek?
Sevmeyene sevgiliyi nasıl anlatacağız?
Hayat çağlayanının altında hiç ıslanmadan kupkuru duranlar, "çeşmenin yanında susuzluktan ölenler" nasıl diyecek "bir tas su da bana verin" diye?

Şiirden, şarkıdan, yazıdan, heykelden bir mana çıkaramayanlar, hayatlarını hiçbir mızrabın dokunmadığı unutulmuş bir ud gibi duvara asanlar, avucunun içinde bir başka avucun sıcaklığını duyması yasak olanlar, sabah güneşini sevişmenin teriyle ıslanmış saçlarıyla karşılamayı bilmeyenler, öfkeyi kederi, isyanı nasıl bilecek?

Neyi kaybettiğini bilemeyenler, kaybettiklerini nasıl geri isteyecek?


Sonsuz bir sıkıntının içinde bencillikten başka ne düşecek paylarına?

Onlar için hapishanelere düşenler, onlar için ölenler, onlar için yargılananlar, onlar için aç kalanlar, onlar için alınlarından kanlar damlayarak yerlerde sürüklenenler, onlar için işkencelerden geçenlerden, onlara ne mana ifade edecek?

Kendi evlatlarını bile ölüme davul çalarak gönderenler, başkalarının evlatları için duyulan kederi nasıl kavrayacak?

Bütün duyguları öldürülmüş bir toplum hazzı ve acıyı nasıl öğrenecek?


İnsanları taşa çeviren, onların duygularını öldürüp yok edenlerden, bu cinayetin hesabını soracak cesaret, öldürülmüş duyguların arasından nasıl filizlenecek?

Kadını erkeği birbirinden koparılmış, sakatlanmış, sevişmeleri dar zamanlara hapsedilmiş, heyecanları çiğnenmiş, coşkuları parçalanmış, acıları manasızlaştırılmış, sonsuz bir sıkıntıya mahkum edilmiş bu insanlar hayatın sıcaklığını kendi bedenlerinde nasıl hissedecek?

Hazzı ve acıyı bilenler, mutluluğu ve kederi yaşayanlar, bir zamanı sevgiliyle yaşayıp, sevgiliyi kaybetmenin ateşini yüreğinde duyanlar, şiiri, yazıyı, sevmeyi, sevilmeyi, sevişmeyi, öfkeyi, isyanı ta içlerinde duyanlar, sonsuz bir sıkıntının içinde taş kesenlere hayatı nasıl anlatacak?

Yaşayanlar yaşamayanlarla nasıl paylaşacak hayatı?


Yaşadıkları için yalnız kalanlarla, yaşamadıkları için yalnız olanlar birleştirebilir mi bu yalnızlıklarını?

Hazzı bilmeyene acıyı anlatmak ne zor, mutluluğu bilmeyene kederi, sevgiyi bilmeyene sevgiliyi...
Yaşamayana, yaşamı anlatmak ne zor.
Ama anlatacağız.
Anlatmazsak biz de onlar gibi olacağız...


Ahmet ALTAN 
17 Haziran 1996


(Aradan 18 yıl geçmiş olsa da hiçbir şey değişmedi ne yazık ki bu ülkede... Aksine acılarımız artıkça arttı... Cumartesi annelerine "Gezi" anneleri eklendi...Ve acılarımız hala ortak olmadı...)

21 Ekim 2014 Salı

GÜNAYDIN!

Mutluluk aslında çok yakınımızda iken neden onu fırlatıp uzaklara, sonra da peşinden koşmaya çalışıyoruz ki? Niye...
Bana göre mutluluk herkesin içinde var aslında. Doğarken mutlu doğuyoruz ama ya ölürken... Yapımızda var, hep sahip olamadığımız şeyleri istemek, kavuşunca da bir başkasına meyletmek. Doğumumuzdan ölümüze kadar böyle bir kısır döngüde kartopu gibi yuvarlayarak çoğaltıyoruz mutsuzluklarımızı....
Ve ne yazık ki bulaşıcı bir hastalık bu mutsuzluk hali. Çok çabuk yayılıyor birinden bir diğerine.. Sokaklar, caddeler gülümsemeyi unutmuş, asık suratlı mutsuz insanlarla dolu...
Çok mu zor arkadaş; hiç tanımadığın biri bile olsa sana "Günaydın!" diyen bir insana "GÜNAYDIN" demek...