26 Aralık 2014 Cuma

BİZİM EVİN YILBAŞI SOFRASI

Son 5 gün kaldı yeni bir yıla girmemize... Biz yılbaşı gecelerini evde geçirmeyi tercih ediyoruz son iki yıldır. Dostlarımız ile birlikte daha çok keyif alıyoruz bundan. 
Bu yılbaşı da çok özel konuklarımız var Samsun'dan :) Heyecanla bekliyoruz...
Sizlere de fikir vermesi açısından Bey ile birlikte hazırladığımız menü ve tarifleri aşağıda efenim... 

BAL KABAĞI ÇORBASI: Tarifini çok daha önceden verdiğim için şuraya bir tık lütfen: 

GELENEKSEL YILBAŞI HİNDİSİ:
Öncelikle şunu belirteyim, eğer bu tarife göre yapacaksanız Hindiyi, 3 gün önceden hazırlamanız şart. Hindi marinenin içerisinde 3 gün bekleyecek mutlaka.

Malzemeler:
1 Adet Orta Boy Hindi
1,5 Su Bardağı Zeytinyağı
2 Su Bardağı Taze Sıkılmış Portakal Suyu
Ayrıca 3 Adet Portakalın Doğranmış Kabukları
Ve 1 Adet her yerine karanfil saplanmış Portakal (Portakalı iyice yıkayın, kabuğunu soymadan her yerine yaklaşık 20-25 adet karanfil saplayın. Portakalın kabuğu neredeyse hiç görünmeyecek kadar.)
Rendelenmiş 1 Yemek Kaşığı Taze Zencefil
1/2 Su Bardağı Pekmez
1/2 Su Bardağı Bal
1 Su Bardağı Soya Sosu
1/4 Su Bardak Worchestershire Sosu
3-4 Diş Rendelenmiş Sarımsak
Taze Adaçayı
4-5 Yemek Kaşığı Tereyağ 

Marinenin Hazırlanışı:
İşe ilk başta tüm malzemeleri karıştırıp içerisine Hindiyi sığdırabileceğiniz bir kap bularak başlamanız lazım. Zira 3 gün boyunca bu marine içerisinde Hindiyi çevirip duracaksınız. 
Yukarıdaki tüm malzemeyi -Adaçayı, tereyağ ve karanfil saplanmış 1 Adet Portakal hariç- kabınızın içerisine döküp karıştırın. 
Eğer Hindiniz büyükse; özellikle sulu tüm malzemeleri oranlı olarak artırabilirsiniz. Burada dikkat edilmesi gereken Hindiyi saklayacağınız kap içerisinde tüm bu malzemelerin oranının, 3 parmak filan olması gerekiyor. 3 gün boyunca günde 5-6 kez Hindiyi evirip çevirip, bir kepçe yardımı ile sosu her yerinde değecek şekilde ıslatıp buzdolabında saklamanız gerekiyor. Üzerini streç film ile de kapatmayı unutmayın.

Yılbaşı Günü Pişirme Süreci: 
Ve 3 günün sonunda Hindi fırına girmeden önce; adaçayı ve oda sıcaklığında erimiş tereyağını karıştırıp macun kıvamına getirin ve Hindinin derisinin altından doğru her yerine elinizle sürün. Tüm derinin altına sürmeyi sakın ihmal etmeyin. Bol bol sürün yani. En son işlem olarak da üzerine karanfil saplanmış 1 adet Portakalı, Hindinin poposundan içeriye itin. Artık Hindiniz fırına girmeye hazırdır efenim.
190 derecede ısıltılmış fırına Hindinizi sürebilirsiniz. Bizim fırında 190 derecede yaklaşık 3,5 saatte filan pişiyor. Üzerindeki derisinin iyice kızardığına emin oluncaya kadar pişirin yani. Ama ilk 2 saat falan fırının kapağını asla açıp, ısı kaybına maruz bırakmayın. Miss gibi kokulardan fırının önüne battaniye serip, uzanıp seyredebilirsiniz :) 

SOTE YEŞİL FASÜLYE ve MANTAR:

Malzemeler:
Yarım Kilo İnce Uzun Taze Yeşil Fasülye
1 Kilo Mantar
Tereyağ
Frenk Soğanı
Su
Deniz Tuzu

Hazırlanışı:
Kaynayan suyun içine bir miktar deniz tuzu ilave edip, taze fasülyelerinizi atın ve çok hafif yumuşayana kadar haşlayın, ama sakın öldürmeyin. Gevrek kalması lazım.
Daha sonra jülyen doğradığınız mantarları, tereyağında soteleyin ve ardından fasülyelerinizi ilave edip birlikte 5-10 dakika daha çevirin ve renkleri dönünce ocağın altını kapatın. Dilerseniz üzerine taze frenk soğanı ilave edip, servise sunabilirsiniz.

KAVRULMUŞ HAVUÇ, PATATES VE BRÜKSEL LAHANASI

Malzemeler:
1/3 Su Bardağı Sızma Zeytinyağı
3-4 Cm kalınlığında Daireler Halinde Kesilmiş 3 Orta Boy Havuç
1 Su Bardağı Brüksel Lahanası
3-4 Cm kalınlığında Dilimler Halinde Kesilmiş 4 Su Bardağı Minik Kırmızı Patates
1 Su Bardağı Tatlı Minik Patates (3-4 Cm kalınlığında dilimlenmiş)
1 Yemek Kaşığı Kurutulmuş Kekik
1 Yemek Kaşığı Biberiye
1 Çay Kaşığı Taze Dağ Kekiği
1 Çay Kaşığı Kurutulmuş Fesleğen
1/4 Çay Kaşığı Deniz Tuzu
2 Yemek Kaşığı Taze Karabiber

Hazırlanışı:
Sızma zeytinyağı ile fırın tepsinizi yağlayın. Tüm sebzeyi ve kurutulmuş otları eşit şekilde tepsiye yerleştirin. Daha sonra üzerine baharatları, tuzu, karabiberi ve sızma zeytinyağını yine eşit miktarda üzerlerine serpin.
200 Derece fırında yaklaşık 35-40 dk pişirip, servise sunabilirsiniz.

Not: Bu tarifte kullanılan patatesleri MacroCenter ya da semt pazarlarında bulabilirsiniz. 

KESTANELİ İÇ PİLAV:

Malzemeler: 
1/2 Kg Kestane
2 Su Bardağı Pirinç
3,5 Su Bardağı Tavuk ya da Et suyu
1 Adet Kuru Soğan
3-4 Çorba Kaşığı Tereyağ
1 Tatlı Kaşığı Tarçın
1 Tatlı Kaşığı Yenibahar
1 Çay Kaşığı Taze Çekilmiş Karabiber
1 Cup Kuş Üzümü ve Çam Fıtığı
1 Çay Kaşığı toz Şeker
Deniz Tuzu

Hazırlanışı:
Öncelikle kestaneleri ayıklayın. Biz ayıklamak için; içine şeker ilave edilmiş suda haşlıyoruz önce, sonra soğuk suya atıyoruz. Böylece kolaylıkla kabuklarından ayrılıyor.
Kuş üzümlerini de tencereye atmadan önce ılık suda bekletin.
Pilav tenceresini orta ateşteki ocağa alın. Tereyağı ilave edip, minik minik doğradığınız soğanları ekleyerek kavurun. Daha sonra haşlayıp kabuklarını soyduğunuz kestaneler ve çam fıstıklarını ilave dip hep birlikte biraz daha kavurun. Daha sonra tüm baharatları ve kuş üzümünü ilave edin. En son olarak da ayıklayıp ılık suda beklettiğiniz pirinci ve tavuk/et suyunu ilave edip, ocağı en düşük seviyeye getirip pişirin.
Piştikten sonra 15-20 dk kadar demlendirip, servise sunabilirsiniz efenim...

Keyifli sofralarınız olsun efenim...






24 Aralık 2014 Çarşamba

MERRY CHRISTMAS!

Bugünün çok ama çok büyük bir önemi var bizim hayatımızda... Dilerim 2015 yılı gönlünüzden geçen her şeyin gerçekleştiği bir yıl olur...
Sağlıcakla, sevgiyle ve mutlulukla kalın...

23 Aralık 2014 Salı

PRATİK YAĞLAMA TARİFİ

Kayseri yöresine ait YAĞLAMA aslında açılan yufka ekmekleri ile yapılan bir yemek. Malum evde bu ekmekleri açmak pek kolay olmadığından ben pratik bir çözüm buldum kendimce :) Tortilla ekmekleri ile yapıyorum. Ve ikram ettiğim bütün arkadaşlarımız bayılıyor...

MALZEMELER:
500 gr yağsız kıyma
2 Adet Büyük Boy Kuru Soğan
5-6 Adet Sivri Biber
Tuz, Karabiber ve Pulbiber
Zeytinyağı
5-6 Adet Tortilla (Lavaş) Ekmeği

SOSU İÇİN:
Ufak boy yoğurt 
3 Çorba Kaşığı Tereyağ
5-6 diş Sarımsak

HAZIRLANIŞI:
Önce wok tavanızı iyice ısıtıp, yaklaşık 3-4 çorba kaşığı zeytinyağ ilave edin. Sonra ilk aşamada kıymayı elinizle ufak parçalara bölerek tavada kavurmaya bırakın. Kıyma renk değiştirmeye başlayıp suyunu çekince, küp küp ufacık doğradığınız soğanları ilave edin. Kıyma ve soğan birlikte kavrulduktan sonra ince halkalar halinde doğradığınız sivri biberleri ekleyin. 

Bu arada kıyma kavrulurken sarımsaklı yoğurdunuzu hazırlayabilirsiniz. İçine sarımsakları rendelediğiniz yoğurdu bir çatal ya da çırpıcı yardımı ile iyice çırpın. 
Ve en son aşamada iyice kavrulduğuna emin olduğunuz kıymaya, tuz ve baharatlarını ekleyerek tavanın altını kapatın. 

SERVİS:
Derince yuvarlak bir borcama ya da uygun bir servis tepsisine, tavada hafif ısıttığınız bir adet tortillayı serin. Harcınızdan kaşık yardımı ile bolca serpin. Sonra üzerine yine bir kat ısıtılan tortilla ekmeklerinden serin ve üstüne yine kıymalı harcınızdan serpin. Böyle 5-6 kat çıkabilirsiniz. 
Ve son olarak da en üste tortilla ekmeği ile kapatarak, üzerine yoğurtlu sosunuzu dökün. Tavada eritip iyice kızdırdığınız tereyağını yoğurtun üzerine döküp, pasta dilimleri şekilde keserek servise sunabilirsiniz. 
Afiyet ola!




17 Aralık 2014 Çarşamba

16 Aralık 2014 Salı

İZNİK ÇİNİ & MEHMET GÜRSOY

Bir süredir ev için çini bir vazo bakıyor ama bir türlü istediğim gibi birşey bulamıyordum. Dün akşam instagramda gezinirken tesadüf eseri Mehmet Gürsoy'un galerisi ile karşılaştım ve kelimenin tam anlamıyla bayıldım...
Çalışmalarının hepsi birbirinden güzel ve zarif. Tam istediğim gibi bir çini vazo buldum galerisinde ve kendisi ile temasa geçip, siparişimi verdim. 
2009 yılında UNESCO tarafından "Yaşayan İnsan Hazinesi" ilan edilen Mehmet Gürsoy'a göre "Çini bir göz musikisidir. Bu musikinin notaları laleler, karanfiller, güller ve sümbüllerdir. Ayrıca Çini kıymetli taşların rengini sır altında gizleme sanatıdır."
16. yy'ın sonlarına doğru yok olan İznik Çini Sanatı'nı yeniden yorumlayıp, hayata geçiren dünyaca ünlü sanatçımız, 35 yıldır bu işe gönül veriyor. 
Tamamen tesadüf eseri tanıştığım Mehmet Bey, bir çok defalar yurtiçi ve yurtdışı sergilerde ülkemizi temsil ederek, uluslararası birçok ödülü de ülkemize kazandırmış.
Eminim benim gibi birçoğunuzun Çini sanatımızı yaşatmaya ve yeni nesillere öğretmeye çalışan bu değerli sanatçıdan haberiniz yoktur. Kendisi ve eserleri hakkında daha ayrıntılı bilgi için http://www.iznikcini.com/ adresini ziyaret edebilirsiniz. Ve de @mgursoy43 adresini instagramda ekleyerek yaptığı tüm çalışmalardan haberdar olabilirsiniz. 
Ayrıca kendiniz ya da sevdikleriniz için eserlerine sahip olarak, sanatçımıza destek olup; çok uzun yıllar boyu bu sanatın yaşamasına ve yaşatılmasına destek olabilirsiniz. Kütahya'ya yolunuz düşerse galerisini mutlaka gezin...


15 Aralık 2014 Pazartesi

TEFAL NUTRICOOK

Düdüklü tencere olayına, küçüklüğümde arkadaşımın evinde yaşanan "kavanozların patlaması" sonucu oluşan hasarlar nedeni ile çok karşıydım, daha doğrusu kullanmaya korkuyordum... 
Tabii teknoloji çok gelişti. Ve bu gelişimden düdüklü tencere de nasibini almış. 
Tefal Nutricook bize düğün hediyesi olarak geldi bir arkadaşımız tarafından. Ve ilk defa dün kullandım. Nasıl rahat ve pratik anlatamam. Normalde en az 2-2,5 saatte pişirdiğim bir yemeği, toplamda 50 dk'da pamuk gibi pişirdi. Çok da güvenli ayrıca.
Eğer sizin de benim gibi endişe ve korkularınız varsa, unutun bence ve biran önce siz de edinin. 

11 Aralık 2014 Perşembe

O İSTERKEN BEN VERİRKEN UTANDIM!

Bu olayı her hatırladığımda içim çok acıyor...
Birkaç ay önce, şehir dışından gelen bir misafirimi sahil yolundaki kafelerden birine götürüyordum. Arabayı park ettim, kafeye doğru yürürken 60-65 yaşlarında bir amca yolumu kesti. Gayet temiz, kendi halinde bir adamcağız. Yüzünde öyle bir ifade, gözlerinde öyle bir utanç ve acı vardı ki... Hala gözlerimin önünden gitmiyor...
Emekli olduğunu söyledi. Utana sıkıla evde yiyecek bir lokma ekmeklerinin bile kalmadığını, cebinde de hiç parasının olmadığını, yaşlı eşinin evde ekmek beklediğini söyledi. Ama eşine "Ekmek alacak param kalmadı" bile diyemediğini, maaş almasına biraz daha zaman olduğunu, "Tamam ben birşeyler alıp gelicem" diyerek evden çıktığını anlattı. Müsaitse durumum bir ekmek parası rica edebilir miyim diye sordu peşine. Ve "Ne olur kızım beni yanlış anlama. Hayatımda ilk defa buna mecbur kaldım. Bunu istemek o kadar büyük bir acı ki benim için..." derken yaşını belli eden dudak kıvrımları titriyordu. Yüzündeki derin çizgilerde, iki damla göz yaşı sessizce aşağıya doğru aktı...
Ne söyleyeceğimi bilemedim. Çıkarttım birşeyler verdim, utanç içinde. Onu incitmemeye ve üzmemeye çalışarak. Çok çok teşekkür edip ama yüzünü de yerden kaldırmayarak yürüyüp uzaklaştı yanımdan. Bende biriken yaşlar da aktı gitti ardı sıra...
Misafirim ne olduğuna anlam veremeden kafenin kapısında beni bekliyordu. İçeri girdik, denizi gören bir masaya oturduk. Misafirime de ayıp olmasın diye birşeyler konuşmaya başladım ama uzun bir süre içim ağladı...
(Vincent Van Gogh / Sonsuzluğun Eşiğinde)
Adı üstünde "EMEKLİ"... Yıllarca emek sarf etmiş, artık emeğinin karşılığını dinlenerek, refah bir ortamda geçirmesi gereken insan, insanlar...
Acaba şu meşhur SARAY'a harcanan para ile, kaç emekliyi bu utanca düşürmeden yaşatabiliriz?

10 Aralık 2014 Çarşamba

VEDAT TÜRKALİ

Bundan yaklaşık 25 yıl önce "Bir Gün Tek Başına" adlı romanı ile tanımıştım kendisini. Kitabı soluksuz okuyup, 3 günde de bitirmiştim. Ve o gün bugündür Vedat Türkali en sevdiğim yazardır. Yeri her daim ilk sıradadır.
Ve ne enteresandır ki ""Bir Gün Tek Başına"; kitabı okuduktan yıllar sonra, 7 yıl süren yayıncılık hayatıma girişi aralayan, kolaylaştıran da kitap olduğu için bende çok ama çok özel bir yere aittir. 
Şu ana kadar yayımladığı kitapların tamamını okudum Vedat Türkali'nin.
Ve geçen gün, 20 yıl aradan sonra, yeni yayımlanan kitabı "Biti Bitti Bitmedi"ye başladım. Genelde tüm kitaplarında siyasi tarihimiz üzerine yaptığı çok başarılı kurgulara yer veren Türkali, bu kitabında da, 1980'e kadar kurguladığı tarihe, kaldığı yerden devam ederek, günümüze biraz daha yaklaşıyor. Ana konular Ermeni ve Kürt meseleleri...

Sürekli kitap tavsiyesi isteyenlere ve daha önce hiç tanışmamış olanların tamamına; aşağıdaki tüm eserlerini şiddetle tavsiye ederim. Okuduğunuzda neden "şiddetle" tavsiye ettiğimi anlayacaksınız. 
  • Bir Gün Tek Başına (roman, 1974)
  • Eski Şiirler, Yeni Türküler (şiirler, 1979)
  • Mavi Karanlık (roman, 1983)
  • Bu Gemi Nereye (yazılar, anılar, 1985)
  • Tek Kişilik Ölüm (roman, 1989)
  • Özgürlük İçin Kürt Yazıları (yazılar, 1996)
  • Güven (roman, 1999)
  • Komünist (anı, 2001)
  • Yeşilçam Dedikleri Türkiye (roman, 2001)
  • Kayıp Romanlar (roman, 2004)
  • Yalancı Tanıklar Kahvesi (roman, 2009)
Şu an yanılmıyorsam 95 yaş civarında olan büyük üstad, dilerim daha çok uzun yıllar bizi kaleminden mahrum etmez...

8 Aralık 2014 Pazartesi

TROPİK MEYVELİ COBBLER

Bizim evde unlu tatlılar çok nadir pişer. Çünkü tip2 şeker hastasıyım ve yaklaşık 20 yıldır bununla yaşamaya alıştım. Ama her insanoğlu gibi benim de canım arada çok çeker. Bu Cumartesi yine o nadir günlerden biriydi ve 5 dk'da hazırladığım cobbler tarifi aşağıda efenim...

MALZEMELER:
1 Cup Kendiliğinden Kabaran Un
1,5 Cup Toz Şeker
1 Cup Süt
3-4 Çorba Kaşığı Eritilmiş Tereyağ
Üzeri İçin Meyve

HAZIRLANIŞI:
1. Cam bir kasede 1 cup un (Ben tam buğday unu kullandım, azıcık da olsa sağlık katmak için:), 1 cup süt ve 1 cup şekeri karıştırın. 
2. Daha sonra benmari usulü eritilmiş tereyağını ekleyip, hepsini harmanlayın.
3. 20-25 cm çapnda bir borcamı yağladıktan sonra, tüm malzemeyi boşaltın. 
4. Üzerine evde hazırda hangi donmuş meyve varsa onu dizin. (Ahududu, böğürtlen ya da benim gibi 1 kutu tropic meyve karışımı da kullanabilirsiniz.) 
5. En son işlem olarak da arta kalan yarım cup şekeri elinizle tüm malzemelerin üzerine serpin. 

6. Önceden ısıtılmış 180 derece fırında üzeri iyice kızarana kadar (benim fırında yaklaşık 20-25 dk sürdü) pişirin. 

Resimde de gördüğünüz gibi yanları ve üzeri kıtır kıtır içi hafif nemli br tatlı elde edeceksiniz. Dilerseniz dondurma, dilerseniz de taze çırpılmış krema ile servis edebilirsiniz. 

Tatlı tatlı bir hafta olsun...

5 Aralık 2014 Cuma

1934'ten 2014'e TÜRK KADINI

Bundan tam 80 yıl önce "5 Aralık 1934" tarihinde Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından Türk Kadınları'na Milletvekili Seçme ve Seçilme Hakkı tanınmıştır. Bu kanundan önce de 1930 yılında Belediye Seçimlerinde Seçme, 1933 yılından çıkarılan Köy Kanunu ile de Muhtar Seçme ve Köy Heyetine Seçilme Hakkı verilmiştir....
Fransa ve İtalya'da 1946, İsviçre'de ise 1971 yılında tanınan bu haklara, Türk kadınının Atatürk sayesinde çok daha önceden sahip olduğunu bilmek; o günler için çok büyük bir başarı ve gurur olsa gerek...
Gelelim bugüne. Yıl 2014... 
Evet görünürde bu haklarımızın hepsi devam ediyor. Ama bazı özgürlüklerimiz siyasete malzeme oldu maalesef. Her şeyden önce bedenimize, doğuracağımız ya da doğurmak istemediğimiz çocuklarımıza varıncaya kadar dillerine pelesenk olduk. Dudağımıza süreceğimiz rujumuzdan, giyeceğimiz eteğin boyuna, atacağımız kahkahaya kadar erkekler karar verir oldular...

Ve hepsinden öte kadının hayatı, yaşamı çok büyük tehlike altında... Kadına Karşı Şiddet ve Kadın Cinayetlerinde; 80 yıl önce geride bıraktığımız Avrupa ülkelerinin çok çok ardına düştük...

Geçen akşam Kanal D Haber'de Cüneyt Özdemir'i izlerken, verdiği bir haberde gördüklerime inanamadım. İnsanların tepkilerini ölçmek için 2 tiyatro sanatçısı karı-koca rolünde bir asansöre bindiler. Ve erkek eşine şiddet uygulamaya, yumruk atmaya falan başladı -rol icabı-. O sırada da asansöre sürekli değişik insanlar binip iniyor. 15-20'ye yakın insan inip bindi belki ama içlerinden sadece bir tane amca "Ne yapıyorsun sen, dur!" diyebildi. Diğer herkes "öküzün treni seyrettiği gibi" seyredip, hiçbir tepki vermeden indiler. Ki içlerinde kadınlarda vardı. 

Şunu unutmayın ey kadınlar! Biz birbirimize destek olmazsak, birbirimizi kollayıp korumazsak; başka kimse bizi korumaz. Lütfen şu "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" halinizden, başını kuma gömmüş devekuşu ruhiyetinizden bir sıyrılın artık. 

Eğer 80 yıl önce bize tanınan haklarımızı sonsuza kadar bu topraklarda sürdürmek istiyor, bedenlerimize kimse dil uzatmasın diye düşünüyorsak, hep beraber taşın altına elimizi koymamız gerekiyor. Yoksa 600-700'lü yıllardaki Arap kadınlarına dönmemiz çok yakındır benden söylemesi...


25 Kasım 2014 Salı

FRANSIZ USULÜ MARULLU BEZELYE

Fransızların ünlü bu garnitür tarifini dün akşam denedim. Dişlerim ile ilgili bir tedavi gördüğüm için yumuşak şeyler yemem gerekiyor bir süre maalesef. Ve aklıma daha önce tarifini öğrenip not ettiğim bu ünlü yemek geldi. Fırında oğlak tandırın yanına servis ettim Bey'e ve pek beğendi. Ondan tam not almak mühim benim için, zira evin şefi kendisi :)

Tarife gelecek olursak hazırlaması oldukça pratik ve çabuk pişen bir yemek. İster et isterseniz de balık yemeklerinizin yanında servis edebilirsiniz. 

MALZEMELER:
250 gr donmuş ya da konserve bezelye
1 Büyük Boy Marul
3-4 Adet Taze Soğan
50 gr Tereyağ
Tavuk ya da Et Suyu
Kara Biber (Ben beyaz biber de kullandım)
Tuz

HAZIRLANIŞI
1. Önce  taze soğanları ince ince doğrayın. Bir tencereyi ocağa koyup ısındıktan sonra içerisine tereyağını atın ve eritmeye başlayın. Daha sonra da doğradınız soğanları ilave edin. 

2. Marulları ince şeritler halinde kesip tencereye ilave edin ve taze soğanlarla beraber soteleyin. 

3. Marullar eriyip sönmeye başlayınca bezelyeleri ilave edin. Hep birlikte 5 dk kadar soteledikten sonra tuz ve karabiber ekleyip, tavuk suyunuzu koyun. Ben  340 grlık bir kutu tavuk suyu kullandım. Sanırım takribi 2,5 su bardağına falan denk gelse gerek. 

4. Tencereyi orta ateşte ve ağzı kapalı bir şekilde, ara sıra karıştırarak 15-20 dk civarında pişirin tüm malzemeleri. Marulların suyu çekmesi lazım. 
Keyifli, bereketli ve neşeli sofralarınız olsun efendim...

Not: Ben iki kişilik hazırladım. Siz malzeme miktarını hazırlayacağınız kişi sayısına göre orantılı olarak artırabilirsiniz. 

24 Kasım 2014 Pazartesi

ÖĞRETMENLER GÜNÜ

Bir toplumun gelişmişliği için sizlere çok ama çok ihtiyaç var. Umarım değerinizin çok daha iyi anlaşıldığı zamanlar da gelecektir en kısa zamanda. 
Özellikle bir çocuğun okula başladığı zaman öğretmeni ile arasında kurduğu ilişki; gelecekteki okul ve sosyal yaşamı için çok mühim ve etkili. Ebeveynlerden sonra çocuğa okuma alışkanlığı kazandıracak, okumayı sevdirecek kişi ana-ilkokul öğretmenleri bana göre. 
Devlet ve bireyler olarak öğretmenlerimize ne kadar refah bir hayat sunabilirsek; geleceğimiz de bir o kadar okumuş ve aydın bireylerden oluşacaktır. 
Ben ilkokula babamın görevi dolayısı ile, Bolu'da başlayıp daha sonra Ankara'da devam ettim. Bolu'daki öğretmenin sevgili Şerife Şimşir, Ankara'daki ise sevgili Şerife Kuşgöz idi. Her ikisinin de ismini söylemezdim (Sert sessizleri ya yumuşatarak ya da hiç söyleyemiyordum o zamanlar ve bol bol sesli kitap okuyarak düzeltmeyi başardım.) ama benim için öğretmen de öte birer oyun arkadaşı; arkadaşlarım üç diyemediğim için dalga geçerken, koşup kucaklarına sarıldığım birer koruyucu, sürekli kitap hediye ederek kitaplarla olan bağımı rahmetli babamdan ve annemden sonra pekiştiren en sevdiklerimdi hala da öyleler...
Başta kendi öğretmenlerim olmak üzere; tüm öğretmenlerimizin "Öğretmenler Günü"nü en içten saygı ve sevgilerimle kutluyorum... 

20 Kasım 2014 Perşembe

THE HUNDRED-FOOT JOURNEY

2014 USD yapımı bu filmi dün akşam izledik Bey ile birlikte ve bayıldık. Bizim evde yemek ve yemeye dair her şey çok sevildiği için bu film tam bizlikti. (Gerçi birbirinden güzel yemekleri görünce, gecenin 11'inde sipariş verip gelenlerin hepsini yemeseydik o saatte iyiydi ya neyse:)
Film Kadam ailesinin Hindistan'da yapılan seçimler sonucu çıkan isyanda annelerini ve restoranlarını bir yangında kaybedip; önce İngiltere oradan da Avrupa'ya yerleşmeleri ile başlıyor.
Her ne kadar Avrupa'da istedikleri yer olmasa da, Paris yakınlarında geçtikleri bir kasabada arabalarının lastiklerinin patlamasıyla zorunlu mola verirler ve baba Kadam içerisinde eski bir restoranın da bulunduğu bir çiftlik evi görüp, buraya yerleşmeye karar verir. Çocukları önce karşı çıksalar da bu fikre, aslında ne kadar doğru yaptıklarını daha sonra anlayacaklardır...
Yemek konusunda en yetenekli oğlu Hassan'ın şeflik yaptığı bir restoran açmayı başarırlar bu çiftlik evinde ve karşı komşuları 1 Michelin yıldızlı restoran ile kapışmaları da başlar böylelikle.... Ve Hassan 1 yıl içerisinde öyle usta bir şef olur ki; aynı yıl 2 yıldız birden alır. Ama nasıl ve nerede? Geri kalanı filmde saklı, çok bile anlattım zaten:) Yer yer komedi, yer yer ufak romantik dokunuşların olduğu, ama hepsinden öte iyi bir yemek yapmanın tüm inceliklerini çok güzel anlatan bu filmi, ailece oturup haftasonu izleyin derim... 

Filmde Fransızların o klasik milliyetçiliklerinden; iyi bir şef olmanın yolunun, 5 temel sosu mükemmel olarak pişirmekten geçtiğine, Le Cordon Blue'nun dünyanın yazılı ilk yemek tarifi kitabı olduğuna, ama hepsinden öte iyi bir yemek yapabilmek için her malzemeyi ruhunuzda hissetmenize kadar birçok şey saklı... Ve son olarak filmde en sevdiğim ve kesinlikle katıldığım şu cümle ile bitirmek istiyorum: Food is memories...

19 Kasım 2014 Çarşamba

Leke Uzmanı Dr Beckmann

Dr Beckmann tam bir leke uzmanı. Beyazlar için ayrı, renkli çamaşırlar için ayrı mendilleri, çok ama çok işe yarıyor. Epey uzun bir süre önce keşfetmiştim kendilerini ve inanılmaz memnunum. Yurtdışı seyahatlerimde alıp kullanıyordum ama artık TR'de de bulmak mümkün. Gerçi en son birkaç hafta önce 1,80 Euro'ya aldığım ürünün, burada 15-20 TL arası satılıyor olmasını anlamak mümkün değil ya, siz yine de gördüğünüz yerde alıp bir deneyin. Kullanımı da oldukça pratik: Her çamaşır yıkadığınızda 1 adet mendili makinenizin içerisine atıyorsunuz sadece. Renkliler için olanı; renklerin birbirine geçişini önleyip renk koruyuculuğu sağlayarak, tüm lekeleri çıkartıyor. Beyazlar için olanı ise; üstün bir beyazlık için ideal. Özellikle de beyaz gömlek yaka ve manşetleri için bir kullanın derim...


15 Kasım 2014 Cumartesi

ZEYTİN!

Türk kahvaltısının vazgeçilmezlerinden biridir Zeytin, benim ise çocukluğumdur... Daha öncede bahsettim sanırım, baba tarafım Balıkesir Edremit'tir benim. Büyük dedeler Selanik'ten göç etmişler ve Ayvalık, Akçay, Edremit taraflarına yerleşmişler...
Her yaz tatilinde babaannemlere gittiğimiz zaman; her yer zeytin ağacı idi o yörelerde. Denize zeytin ve  yemiş -incir'e yemiş denir Ege'de- ağaçları arasından inerdik hep.  Hatta büyükbabamların evinin hemen karşı taraflarında uçsuz bucaksız zeytinlikleri vardı. Rahmetli babaannem kendi elleri ile yaptığı; biberli, sade, yeşil ve siyah zeytinleri tenekelere basar, biz nerede isek -o yıllarda babamın görevi dolayısı ile birkaç şehir gezmişliğimiz var- gönderirdi her kış. 
İşte tüm bu nedenlerden ve geleceğimize duyduğum büyük endişelerden dolayı; her kesilen zeytin ağacı haberinde içim çok acıyor, hem de çok... Yırca köylüleri içerisinde ağlayan yaşlı teyzeleri her gördüğümde babaannem geliyor gözümün önüne, gözyaşlarım birer zeytin tanesi gibi akıyor, tutamıyorum...
Hep dini kullanıyorsunuz ya; nasıl olur da yıllarca "... bir yudum su, bir zeytin tanesi..." diyerek orucunu açan bu milletin zeytinliklerine dokunursunuz? Ne oldu sizin Din anlayışınıza? Çekin kirli, vicdansız, merhametsiz pis ellerinizi zeytinliklerimizden, geleceğimizden çocukluğumdan...


14 Kasım 2014 Cuma

THE 100 (TV SERIES)

I WAS BORN IN SPACE! diyerek başlayan yeni bilim kurgu dizimiz. Geçen Pazar günü başladık. Ve ilk oturuşta 4 bölüm falan izledik peş peşe. 

Bir nükleer savaş sonrası Dünya yaşanmaz hale geldikten sonra (evet nihayet beceriyor insanoğlu maalesef), insan ve insanlıktan kalan tek örnekleri barındıran bir uzay istasyonu, aradan yaklaşık 99 yıl geçtikten sonra, 100 genci -ki aralarında uzay istasyonunun Başkanının da oğlu bulunmaktadır- araştırma yapmak, radyasyonun ne düzeyde olduğunu tespit etmek üzere Dünya gönderir... Ve tüm olaylar bundan sonra başlar. Gençleri büyük sürprizler beklemektedir Dünya'da... 
Beni en çok etkileyen sahnelerden biri "ilk defa gerçek oksijen soluyan, ağaçlara dokunan, yağmurla tanışan" gençlerin mutluluğu oldu...
Keşke şu ağaç düşmanları oturup izlese de, bir ağacın bile geleceğimiz için ne kadar önemli olduğunun azıcık da olsa farkına varsa...
Gayet başarılı giden bir dizi şu ana kadar. Ama diziyi izleyen arkadaşlardan öğrendiğime göre, 2. sezonu büyük sürprizlerle dolu ve çok daha iyiymiş. Sanırım bu Pazar da 2. sezona başlarız,  di mi Bey?



10 Kasım 2014 Pazartesi

ATATÜRK

Bugün 10 Kasım Ata'mızın ölümünün 76. yıl dönümü... Tüm yurtta, dış temsilciliklerde törenlerle anılıyor. Sosyal medyada da twitter, instagram, facebook profilleri, cover'lar fotoğrafları ile doldu. Hepsi geçici tabii maalesef...
Birkaç gün sonra, yok yok hatta yarından itibaren her şey eski haline dönmeye başlayacak. Ve biz medeniyet'ten, demokrasi'den, hukuk'tan, bilim'den, sanat'tan ve en önemlisi saygıdan uzak "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" modunda yaşamaya devam edeceğiz. 
Gönül isterdi ki her sene 10 Kasım anma törenlerimizde; dünya çapında artan bilim ödüllerimizle, gerçek demokrasi anlayışımızla, özgürce yazılan köşe yazılarımızla, sanat eserlerimizle, kitaplarımızla, sürekli artan okuma oranlarımızla, birbirimize olan saygımız ve sevgimizle Ata'mızın huzuruna çıkalım. Sanırım en çok o zaman huzuruna çıkmayı hak edebiliriz, ben böyle düşünüyorum...


SON DEFA
"Gidelim Afet… Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda… Evet… Evet… Hemen çekip gidelim ormanlara… Hele ben bir iyi olayım da…" (Karşısındaki Dört Mevsim tablosuna bakarken Kızı Prof. Afet İnan'a söylediği söz)
Ayaktayken çekilmiş son fotoğrafı. (Boğaz'da saygı duruşunda bulunan; hatta bazıları drednottan atlayıp, saraya doğru yüzmeye kalkmış olan Kuleli öğrencilerine asker selamı vermeye çalışırken...Pencere arkasından, arkada doktorları ve Cumhurbaşkanlığı yaverleri bir şey olmasın diye tetikte beklerken... — Dolmabahçe Sarayı.)

5 Kasım 2014 Çarşamba

YOGA

Yaklaşık iki ay kadar önce Yoga'ya başladım tekrar. Tekrar diyorum çünkü daha önce 2010 yılında ilk kez tanışmış ve özel ders almıştım. Birkaç ay sürmüştü ama gerek seyahatlerim gerekse hocamın tavrını pek beğenmediğimden kaynaklı bırakmıştım. Şu an gittiğim Antalya Yoga merkezinde sevgili Nurgül Lazenby ile birlikte çalışıyoruz. Ve çok memnunum...
Bu yazıyı yazma sebebim, Yoga'nın hala bizim toplumumuzda pek kabullenilmemesi ve bilinmemesi geliyor. Zira birçok arkadaşım Yoga'ya başladığımı öğrencince; mımmmm, hımmm vb sesler mi çıkartmaya gidiyorsun gibi tavırlarla yaklaşınca, bu işin aslında nasıl da yanlış anlaşıldığını göstermiş oldular bana... Aslında diyaframdan çıkartılması gereken bu sesler Yoga değil, Meditasyon seanslarında yapılan ritüellerdir sevgili arkadaşlar. 
Yoga; ağırlıklı olarak stretching yani esneme hareketlerinden oluşan; ruh ve beden bütünlüğünü sağlayan hareketler bütünüdür. 

Ben her derse yorgun argın gidip, tazelenerek ve dinlenerek çıkıyorum. Sürekli bilgisayar ve mouse kullanmaktan sağ omzumda oluşan fibrositime; uzun seyahatler dolayısı ile suyu biten dizime ve yanlış tedavi sonucu güç kaybı yaşadığım dirseğime ve ağrılarına inanılmaz iyi geliyor. (Evet sakatlığım burada da gördüğünüz üzere çok fazla :)
En faydalı bir diğer yanı ise; düzgün nefes almayı öğreniyor ve bunu gün içerisinde stres içerisinde olduğunuz anlarda uyguladığınızda inanılmaz faydasını görüyorsunuz. Şunu da bilmenizde fayda var; eğer düzenli Yoga yaparsanız, bir iki yılın sonunda boyunuzu 3-4 cm uzatmanız da mümkün arkadaşlar. 
Ayrıca diğer salon sporlarında olduğu gibi gürültü vb kirlilikler de olmadığı için o dinginlik içerisinde hareket ediyor olmak çok hoşuma gidiyor benim. 

Yani anlayacağınız Yoga, sadece meditasyondan oluşmuyor. Biz her dersin sonunda 5 dk'lık bir sürede vücudumuzu ve tüm kaslarımızı serbest bırakıp, uzanarak dinleniyor ve sonunda da dua ve sahip olduklarımız için teşekkür ediyoruz. 
Sizin de benim gibi vb sağlık sorunlarınız varsa -özellikle de omurga ile ilgili sorunlar- en yakınınızdaki bir Yoga merkezine giderek bir derse katılın. Genellikle tüm merkezlerde tanıtım dersleri ücretsizdir.

Sağlıkla nefes aldığınız günlere doğru Güneş'e selam olsun!

30 Ekim 2014 Perşembe

DOMINION

"Kuşku bedende bir ateştir. Ve o ateş tüm bedeni yakıp kül etmeden asla sönmez..." 

(Dominion / 1. Season - Episode 7)


22 Ekim 2014 Çarşamba

NASIL ANLATILIR?

Hazzı bilmeyene acıyı anlatmak ne zor. Mutluluğu bilmeyen kederi nasıl anlar. Sevgiyi bilmeyene sevgi nasıl anlatılır. Önce aşkı budamışlar burada, kadını erkeği birbirinden ayırmışlar, sevi sevdayı baskı altına almışlar. Anadolu'nun insanın ruhunu ezip, duygu hasadını yakmışlar, bir insan çölüne çevirmişler ülkeyi...
Anadolu erkeğinin sevdiği kadınla bir kadeh içki içmişliği yok.
Anadolu kadınının sevdiği erkeğin boynunun altına başını sokup, bir dansetmişliği yok. 
Sonsuz bir sıkıntı, insanları kısırlaştıran bir çoraklık var yalnızca. 
Bir kader çiçeği açmıyor, bir sevinç sarmaşığı boynunu uzatmıyor. 
Yaşamayana ölümü nasıl anlatacağız. 
Sevmeyen sevgiliyi nasıl bilecek. 
Sevgiliyi bilmeyen, sevgiliyi kaybedenin acısına nasıl ortak olacak.
Bu, hazzı ve sevinci bilmeyen çorak topraklarda bencillikten başka ne büyüyecek. 
Her Cumartesi, kaybettiği sevgilinin izini Galatasaray'da arayan, bu zorlu arayışta her hafta hakaretlere uğrayan, yerlerde sürüklenen, dövülen kadınların tahammül edilemez yalnızlığına bu toplum nasıl sahip çıkacak?

Aşkını kaybetmiş bir toplum, çalınmış hayatların hesabını nasıl soracak?

Coşkusu, sevinci, heyecanı olmayan, hayatla bir kez bile dudak dudağa gelmemiş bir kalabalık, kendisinden nelerin çalındığını nereden bilecek?

Nasıl diyecek, "benim olanı bana verin," diye?

Sonsuz bir sıkıntının içinde kendi bencilliğine zincirlenmiş insanlar, başkalarının acılarını paylaşmadan ortak bir sevincin yaratılamayacağını nasıl anlayacak?

Hazzı bilmeyen acıyı nasıl bilecek?
Sevmeyene sevgiliyi nasıl anlatacağız?
Hayat çağlayanının altında hiç ıslanmadan kupkuru duranlar, "çeşmenin yanında susuzluktan ölenler" nasıl diyecek "bir tas su da bana verin" diye?

Şiirden, şarkıdan, yazıdan, heykelden bir mana çıkaramayanlar, hayatlarını hiçbir mızrabın dokunmadığı unutulmuş bir ud gibi duvara asanlar, avucunun içinde bir başka avucun sıcaklığını duyması yasak olanlar, sabah güneşini sevişmenin teriyle ıslanmış saçlarıyla karşılamayı bilmeyenler, öfkeyi kederi, isyanı nasıl bilecek?

Neyi kaybettiğini bilemeyenler, kaybettiklerini nasıl geri isteyecek?


Sonsuz bir sıkıntının içinde bencillikten başka ne düşecek paylarına?

Onlar için hapishanelere düşenler, onlar için ölenler, onlar için yargılananlar, onlar için aç kalanlar, onlar için alınlarından kanlar damlayarak yerlerde sürüklenenler, onlar için işkencelerden geçenlerden, onlara ne mana ifade edecek?

Kendi evlatlarını bile ölüme davul çalarak gönderenler, başkalarının evlatları için duyulan kederi nasıl kavrayacak?

Bütün duyguları öldürülmüş bir toplum hazzı ve acıyı nasıl öğrenecek?


İnsanları taşa çeviren, onların duygularını öldürüp yok edenlerden, bu cinayetin hesabını soracak cesaret, öldürülmüş duyguların arasından nasıl filizlenecek?

Kadını erkeği birbirinden koparılmış, sakatlanmış, sevişmeleri dar zamanlara hapsedilmiş, heyecanları çiğnenmiş, coşkuları parçalanmış, acıları manasızlaştırılmış, sonsuz bir sıkıntıya mahkum edilmiş bu insanlar hayatın sıcaklığını kendi bedenlerinde nasıl hissedecek?

Hazzı ve acıyı bilenler, mutluluğu ve kederi yaşayanlar, bir zamanı sevgiliyle yaşayıp, sevgiliyi kaybetmenin ateşini yüreğinde duyanlar, şiiri, yazıyı, sevmeyi, sevilmeyi, sevişmeyi, öfkeyi, isyanı ta içlerinde duyanlar, sonsuz bir sıkıntının içinde taş kesenlere hayatı nasıl anlatacak?

Yaşayanlar yaşamayanlarla nasıl paylaşacak hayatı?


Yaşadıkları için yalnız kalanlarla, yaşamadıkları için yalnız olanlar birleştirebilir mi bu yalnızlıklarını?

Hazzı bilmeyene acıyı anlatmak ne zor, mutluluğu bilmeyene kederi, sevgiyi bilmeyene sevgiliyi...
Yaşamayana, yaşamı anlatmak ne zor.
Ama anlatacağız.
Anlatmazsak biz de onlar gibi olacağız...


Ahmet ALTAN 
17 Haziran 1996


(Aradan 18 yıl geçmiş olsa da hiçbir şey değişmedi ne yazık ki bu ülkede... Aksine acılarımız artıkça arttı... Cumartesi annelerine "Gezi" anneleri eklendi...Ve acılarımız hala ortak olmadı...)

21 Ekim 2014 Salı

GÜNAYDIN!

Mutluluk aslında çok yakınımızda iken neden onu fırlatıp uzaklara, sonra da peşinden koşmaya çalışıyoruz ki? Niye...
Bana göre mutluluk herkesin içinde var aslında. Doğarken mutlu doğuyoruz ama ya ölürken... Yapımızda var, hep sahip olamadığımız şeyleri istemek, kavuşunca da bir başkasına meyletmek. Doğumumuzdan ölümüze kadar böyle bir kısır döngüde kartopu gibi yuvarlayarak çoğaltıyoruz mutsuzluklarımızı....
Ve ne yazık ki bulaşıcı bir hastalık bu mutsuzluk hali. Çok çabuk yayılıyor birinden bir diğerine.. Sokaklar, caddeler gülümsemeyi unutmuş, asık suratlı mutsuz insanlarla dolu...
Çok mu zor arkadaş; hiç tanımadığın biri bile olsa sana "Günaydın!" diyen bir insana "GÜNAYDIN" demek...


15 Ekim 2014 Çarşamba

SONBAHAR

Ne çok sıcak, ne de çok soğuktur; ılıktır hava. Gökyüzünü gri bulutlar kaplar ve Güneş çok büyük çaba sarf eder, yakıcı edasıyla ortaya çıkabilmek, ışık misali saçlarını savurabilmek için. İşte böyle Bulut ve Güneş'in saklambaç oynadıkları havalarda, çok mutlu olurum ben... Tüm yaz Güneş'in kavurduğu tenime, serinleten rüzgarlar vurmaya başladı mı hele, deme keyfime. Adı hep hüzünle anılan bir mevsim olsa da Güz, benim hep sevincimdir... 

Yağmurlar eşlik eder bu mevsime. Önce yavaş yavaş atıştırır, ferahlatır nefes aldığın her anı.. Sonra dur durak bilmeden yağar da yağar. Bazen saatler, bazen de gecelerce...O çılgınlar gibi yağan yağmur tanelerinin sesi panjurlara vurmaya başlayınca, büyük bir heyecan ile birlikte sükut kaplar içimi. Sanki tüm yılın yorgunluğunu, stresini, tozunu bu yağmurlar temizler, tazeler bedenimi... Yeniden doğarım ben her Sonbahar yağmurlarında...

Şehirler de hafifler Sonbahar'da. Yapış yapış insan seli azalır; caddelerde, sokaklarda. Herkes yavaş yavaş yuvasına çekilir... Yağan yağmurlar temizler; yazdan, kalabalıktan, gürültüden geriye kalan her şeyi. Şehirler en çok Sonbahar'da nefes alır...
Ağaçlar rengarenktir her sonbahar. Başka hiçbir mevsimde göremeyeceğiniz bir renk cümbüşü ile karşılar sizi. Yıllar önce Ankara'da yaşadığım zamanlar; hafta sonları Batı Karadeniz'in o zamanlar en sakin sayfiye yerlerinden olan Amasra'ya giderken, yol boyu bize eşlik eden ağaçlar, sonbahar da ayrı bir büyülü gelirdi bana. Gözlerimi alamazdım o sihirli renklerden. Kim bilir belki de o günlerde başladı Sonbahar ile aşkım diyeceğim ama iihhh daha da eski, çocukluğumda başladı bizim sevdamız... Hışır hışır yapraklar üzerinde uyuduğum -derinlerden bir yerden gelen- yağmurlarla coşmuş o derenin suyunun sesi ile ilk tanıştığım günü; daha dün gibi hatırlarım... Çocukluğumun ninnisi...

Ben mevsimlerden en çok Sonbaharı, aylardan da Ekim'i severim...




9 Ekim 2014 Perşembe

RODOS ADASI GEZİ REHBERİ

ULAŞIM: Marmaris'ten ya da Fethiye'den feribot ile gidebilirsiniz. Biz Marmaris'ten geçtik. Kişi başı 30 Euro tek yön bilet fiyatı. Bu adresten on-line olarak alabilirsiniz biletinizi. Yaklaşık olarak 1,5 saat civarında sürüyor feribotun Rodos'a ya da geri dönüşte Marmaris'e yaklaşması. Her yerde süre olarak 1 saat yazıyor ama 1 saati geçiyor kesinlikle. Bir de eğer deniz tutması gibi sorununuz varsa hazırlıklı olun, özellikle rüzgarlı havalarda çok ama çok sarsıyor, bata çıka gidiyorsunuz. Ben deniz kızı olduğum için çok eğlendim :)

KONAKLAMA: Her zevke ve her keseye göre çok fazla otel var Ada'da. Eğer amacınız oteli sadece uyumak için kullanmaksa, yeni şehirde bir otelde kalın. Old Town 'a ve birçok restaurant, cafe, pub, alışveriş merkezleri vb her yere 5-15 dk'lık yürüme mesafesi ile ulaşabilirsiniz. 
Ama daha çok denize, havuza girelim derdindeyseniz Faliraki bölgesindeki otellerde kalın. Hepsi sahil boyunca dizi dizi. Birçoğu da 5 yıldızlı çok güzel tesisler. Rhodes merkeze yaklaşık 12 km mesafede bulunuyor. 

ADA İÇİ ULAŞIM: 1 günden fazla kalacaksanız Ada'da kesinlikle bir araç kiralamanızı öneririm. Zira gezilip görülmesi gereken çok fazla yer var. Bunların başında da muhteşem denizi, koyları ve beachleri ile Lindos yer alıyor. Dolayısı ile sayıları çok çok fazla olan rent a car firmaların birine girin ve kesenize göre bir araç kiralayın. Biz buradan kiraladık...
Ama eğer biraz daha macera isterseniz ve gittiğiniz dönem de müsaitse scooter ya da atv de kiralayabilirsiniz.
Bunlar haricinde Ada içerisinde her yere otobüs, taxi bulmak da mümkün. 

YEME - İÇME: Bu konuda Ada muhteşem... Her damağa, her isteğe, her zevke göre birçok yeme & içme alanları mevcut. Ben sizlere bizim deneyimlediklerimizi yazacağım. 
Biz oteli sadece uyumak için kullandığımız için; sabah kahvaltılarını, öğle ve akşam yemeklerini değişik yerlerde yedik. 
Sabah kahvaltısı için özellikle Kringlan Bakery Cafe ideal. Yeni şehirde bulunuyor. Çok kolay bir yerde bulunan Starbucks'ı sağ tarafınıza alarak, önündeki sokağı takip edin. Yaklaşık 100 mt sonra bir kavşağa geleceksiniz. Oradan da düz karşı caddeye geçerek yürümeye devam edin. Takribi yine bir 100 mt sonra sağ tarafta köşede bir anaokul göreceksiniz. Oradan dönün sokağa. 150-200 mt sonra sol tarafta göreceksiniz. Burası aynı zamanda öğle ve akşam yemekleri de servis ediyor. Eminim en az kahvaltıları kadar onlar da lezizdir ama biz burada kahvaltı dışında bir şey yemedik. 

Öğlen yemekleri ya da atıştırmalıkları için yine çok fazla seçenek var. Biz genelde öğlenleri -denizde olmadığımız zaman- adada hemen hemen her 100 mt bir olan Gyro -bizim tabirimizle dönerci- dükkanlarında yedik. Bu dükkanlarda Pita arasına her çeşit etten -domuz, dana, tavuk- yaptıkları dönerleri; bol kuru soğan ve domates eşliğinde sıcacık pita içerisinde, yanında bol patates kızartması eşliğinde servis ediyorlar. Bu arada Pita, tahmin edeceğiniz üzere pide demek :) Ama bizdeki gibi büyük büyük açmıyorlar. Yaklaşık 10-15 cm çapında yuvarlak olarak açıp, külah şeklinde içini doldurarak servis ediyorlar. Tabii bu normal boyutta olanları. Benim Bey gibi boğazınıza fazla düşkünseniz, daha büyük boyları da var :)
İlk akşam yemeğini, balayı için adada bulunan çok yakın dostlarımızla birlikte Koozina'da yedik. Çok başarılı deniz mahsulleri servis ediyorlar. Uzo eşliğinde öyle güzel meze ve ara sıcaklar yedik ki, ana yemeğe yer kalmadı. Beyaz şarap, bol zeytinyağı, sarımsak ve taze dağ kekiği eşliğinde pişirdikleri midye; ahtapot ızgara, simi karidesi burada mutlaka yenmesi gerekenler arasında. Ayrıca sahibi olan hoş sohbet amcanın Muglali diye bir lakabı var :) Baba tarafından kökleri Muğla'ya dayanıyormuş. Eşi çok iyi Türkçe biliyordu. Zaten mezelerin birçoğunu eşi olan teyze hazırlıyormuş. Çok ama çok sıcak, samimi ve dekorasyonu ile inanılmaz sevimli bir yer. Mutlaka bir akşam gidin derim. Ayrıca fiyatlar da oldukça makul... 

Benim Ada'da en beğendiğim bir diğer mekan ise Koukos oldu. Sabah kahvaltısı, öğle ve akşam yemeği servisleri var. 2 sabah kahvaltısı ve 1 akşam yemeğini burada yaptık. Fotoğraflardan da anlayacağınız üzere burası sanırım Osmanlı zamanında büyükçe bir konakmış. Dekorasyonda ve sunumlarda bizim çoktan unuttuğumuz ama komşuda hatırlanan birçok detay var. Özellikle fırın ustaları inanılmaz başarılı. Sabah kahvaltısı için öyle lezzetli hamur işleri var ki anlatamam, tadmanız lazım... 
Burası için şunu belirteyim; sakın ola ki dışarıdaki masalara kanıp da yer yok demeyin. İçeride kocaman bir avlu ve bir merdivenle yukarı çıkılıp avluyu çevreleyen taraçada masaları var. Harika begonviller eşliğinde bir akşam yemeğinizi burada yiyin mutlaka. Ayrıca eğer deniz mahsulleri ile aranız iyiyse, ülkemizde pek rağbet görmediği için çok nadir servis edilen; kendi suyunda mürekkep balığını burada bulabilirsiniz. Çok lezizdi. Benden söylemesi....

Lindos'a gittiğiniz zaman ise mutlaka Lindos Kalesi'nin hemen alt tarafındaki Lindos Beach'te enköşede yer alan Palestra'da bir öğlen yemeği yiyin. Sahibi bir İtalyan teyze, hatta benim beyi İtalyan sandı ama olsun :) İtalyan mutfağından ötürü bol bol makarna var menüde ama pek tavsiye etmem. Ben leziz mi leziz bir kılıç balığı yedim ki, misss gibi deniz kokuyordu. Şahane bir koy manzarası da yanında en büyük huzur. Bir de buz gibi bir uzo, insana yaşadığına ve nefes aldığına şükrettiriyor resmen...

Ve eminim sizi de bağımlısı yapacak, yine Rodos yeni şehirde yer alan (az önce yazdığım Koukos restoranından çıkıp karşıdaki çapraz sokağa girin, hemen sağ tarafta) Lokumamma... Adı üzerinde bildiğimiz lokma sanabilirsiniz ama bu lokma başka bir lokma. Önce bizim usul lokmayı döküp kızgın yağda kızartıyorlar ve daha sonra Yunanistan'da üretilen bir makine sayesinde içerisine menüde yer alan dolgu malzemelerinden -limonlu krema, bal&tarçın, ham&cheese gibi- doldurup, üzerine de yine arzu ettiğiniz bir sos dökerek -özellikle çikolata sosu muhteşem- servis ediyorlar. Sahibi Yiannis adında 30'lu yaşlarda genç bir arkadaş. Çok misafirperver ve cömert. Siparişimizi beklerken ya da yedikten sonra, tadmadığımız çeşitleri getirip ikram etti hep. Ki 2 akşam yemeği sonrası soluğu burada aldık hep. Hatta hızımızı alamayıp bir paket yaptırıp, otelde de devam ettik :) Mutlakama ama mutlaka Ada'ya gittiğinizde uğrayın buraya bir bir tadına bakın, asla pişman olmazsınız... 

GEZİLECEK ve GÖRÜLECEK YERLER 
Lindos: Yukarıda da bol bol bahsettiğimiz Lindos'a gidin ve 1 tam gün ayrın mutlaka. Rodos merkeze yaklaşık 40 km. Ve Ada'nın en iyi beachleri bu tarafta. Kale etrafına kurulu; dar sokakları, minik minik dükkanları, restaurantları ile dolu eski şehri gezdikten sonra; hemen aşağıdaki Lindos Beach'e inip oradaki koyda yüzün. İsterseniz deniz öncesi eski şehrin içinden bir eşeğe binerek yukarıdaki kaleyi de gezebilirsiniz. Bu arada bilginiz olsun eski şehre araba girişi yasak. Ama ücretsiz her yerde otopark mevcut. 

Emponas: Şarap yapımı ile ünlü Emponas Köyü'ne gidip, her biri ayrı lezzette olan şarap mahzenlerini gezerek, bol bol şarap test edin. Yine Rodos Merkezden araba ile yaklaşık 1 saatlik bir araba yolculuğu ile; Rodos dağlarının eteğinde kıvrıla kıvrıla yukarıya doğru harika bir manzara eşliğinde köye doğru çıkacaksınız. Şarap fiyatları aşağıya göre biraz daha uygun ama en eğlenceli yanı birçok yerde şarap test edebilmek, Biz arkadaşlarımızla beraber çıktık bu köye ve tatilimizin en keyifli günlerinden biriydi. Yol üzerinde bulunan Salakos ise ayrı bir eğlenceydi bizim için. 

Faliraki / Anthony Quinn Bay: Faliraki oteller bölgesini, bizim Belek gibi düşünebilirsiniz ama bin kat daha güzeli kesinlikle. Sıra sıra otelleri geçtikten sonra tüm Ladiko tabelalarını takip ederek muhteşem bir koya geleceksiniz. Anthony Quinn Koyu... Her yerde Ladiko Beach olarak geçiyor ama kendi yoluna dönünce yönlendirme levhalarında var. Ünlü çıplaklar plajı ile birbirine yakın ama ayrı iki koy. Rodos'tan çıkıp sahil yolunu takip ederek -ki bir de üst yol var oradan gitmeyin burası için- Faliraki Oteller bölgesini geçip, Lindos istikametine doğru ana yola çıktıktan sonra 2. trafik lambalarından sola dönerek bu koya ulaşabilirsiniz. Döndükten sonra da sol tarafı takip edin hep...

Throne of Helios / 9D: Burası bir sinema. Starbucks ile yan yana Rodos Merkez'de. 9D olarak Ada'nın mitolojik efsanelerden başlayarak tüm tarihi geçmişini bir animasyon eşliğinde gösteriyorlar. İnanılmaz çok eğlendik biz canlandırmalarda Bey ile. Fırsat bulursanız izleyin. 20 Dakika sürüyor ve kişi başı 10 Euro. Akşam geç saatlere kadar da açık. 

ALIŞVERİŞ: Old Town ve Yeni Şehir olmak üzere ikiye ayrılıyor alışveriş mekanları ama fiyatlar hemen hemen aynı diyebilirim. Özellikle tekstil ürünleri bizden çok pahalı, o nedenle tavsiye etmem. Ama meşhur Yunan Keten gömleklerinden alabilirsiniz. Bildiğiniz üzere Şövalyeler Adası olarak da anıldığı için her yerde şövalye ve kullandıkları eşyaların heykelleri, envai çeşit bibloları var. Bunların da fiyatları 10 Euro'dan başlayıp 500-1000 Euro'ya kadar çıkıyor. Ayrıca şahane kılıçlar satan dükkanlar, oyuncakçılar var. Hediyelik eşya satan dükkanlar ise Old Town'da çok çok fazla. Lindos'a giderken çok güzel seramik ürünler satan dükkanlar var. Artistic Village Contemporary Art buraya girin bence. İnanılmaz güzel el yapımı seramik ürünler, adeta bir müze havasında dizayn ile alıcısına sunuluyor. 
Siz de bizim gibi boğazınıza fazla düşkün ve sevdiğiniz birçok şeyi Türkiye'de bulamıyorsanız, Ada'daki Carrefour vb birçok hipermarkette her şeyi bulabilirsiniz diyebilirim. 

Keyifli tatilleriniz olması dileği ile hoş ve mutlu kalın...


P.S.: Merak ettiğiniz başka bir şey olur ya da otel konusunda tavsiye isterseniz e-mail atarsanız, yardımcı olmaya çalışırım...